24 Ağustos 2008 Pazar

Londra’nın ünlü Yemek ve Şarap Okulu Divertimenti’de Italyan Mutfağı’nın Sırları



Londra’nın en ünlü Yemek ve Şarap okullarından biri olan Divertimenti’de ünlü şeflerin ders verdiği ya da konuk olarak katıldığı birbirinden keyifli kurslar yapılır ve eğer çok önceden yerinizi ayırtmazsanız istediğiniz kursta hiçbir zaman yer bulamazsınız. Ben de ne zamandır İtalyan yeme-içme kültürü ile ilgili kurslara katılmak istiyor ve her seferinde erken davranamadığım için istediğim tarihlerde yer bulamıyordum. Sanırım bu sefer şeytanın bacağını kırdım, zira bir değil iki kursa birden yerimi ayırtmayı başardım.

İlki 5 Ekim’de katılacağım Secrets of an Italian Mama's Kitchen: Pizza & Focaccia, yani İtalyan Anne Mutfağı’nın Sırları: Pizza ve Foccacia. Toskana’lı aşçı ve eğitmen Olivia Greco’nun anlatımıyla halis İtalyan pizzası ve foccacia yapmanın püf noktalarını öğreneceğiz sınıfça. Kursun sonunda kendi açtığımız hamurlarla hazırladığımız pizza ve foccacia’ları İtalyan şarapları eşliğinde tadacağız.

Katılacağım ikinci kurs ise 9 Ekim’de... A Gourmet Tour of Piemonte and the Italian Alps / Italyan Alpleri ve Piemonte Bölgesine Uzanan Gurme Yolculuk...Milano ve Napoli’de yetişen ve şimdi Londra’da yaşayan İtalyan şef ve mutfak eğitmeni Jane Acton-Bond, bizi Piemonte’nin ve İtalyan’ın diğer dağlık bölgelerinin görkemli ve içimizi ısıtacak yöresel mutfağı ve sonbahar lezzetleri ile tanıştıracak. Pazardan taze taze alınan trüf mantarı, kestane, porcini manatarı ve balkabağı gibi mevsim yiyecekleri ile Alp Dağlarında yaşayan yerel halkın pişirdiği lezzetleri bizzat keşfedeceğiz. Daha sonra hep birlikte kremalı porcini mantarlı risotto, biberiye ile aromalandırılmış ricotta peyniri ve balkabaklı ravioli, fırında pişirilerek içindeki dağ peynirlerinin erimesiyle muhteşem bir lezzete ulaşan bir çeşit pide, ağır ateşte ardıç meyvesi ve kırmızı şarapta pişirilen lezziz etler ve bademli polenta tatlısı gibi kulağa muazzam gelen lezzetler yaratacağız. Bu gurme seansın sonunda otlar, baharatlar ve grappa ile hazırlanan Piemonte yöresine özgü bir kahve olan Caffe Valdostana içeceğiz.

Tabii ben Istanbul’a döndüğümde burada öğrendiğim sırları Meditrina’nın yeni şefi Luigi’ye aktarıp, onun da yorumları ve önerileri ile denemelerini yapacağımız yeni lezzetleri kış menümüze katmak için sabırsızlanıyorum...

www.divertimenti.co.uk

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Meditrina'nın Mutfağında Bayrağı Luigi Fracella Teslim aldı...


Meditrina’nın mutfağında bayrağı başarılı bir kariyere sahip olan sevimli İtalyan Şef Luigi Fracella teslim aldı. Sıcaklığı, İtalyanca-Türkçe-İngilizceyi harmanlayarak yaptığı esprileri ve tabii ki lezzetli yemekleri ile Meditrina ekibinin kalbini fetheden Luigi, kariyerine doğmuş olduğu topraklarda, yani Italya çizmesinin topuğunda yer alan Puglia bölgesinde başlamış. Luigi’nin aşçılık kariyerinde önemli etkisi olan Puglia mutfağı sebze, yerel otlar, hamur işi, deniz ürünleri ağırlıklı, sızma zeytinyağı kullanımının en üst seviyede olduğu, lezzet dolu ve sağlıklı bir mutfak. En doğal ve en taze malzemelerin , en az işlem ile pişirilmesine ve abartıdan uzak, basit ama aynı zamanda elegan sunumuna dayalı...Tabii Luigi bununla yetinmeyip, 20 yılı aşkın aşçılık kariyeri boyunca hem İtalya’nın farklı bölgelerinde, hem de Avrupa’nın lezzet başkentlerindeki seçkin restoranlarda Italyan mutfağının incelikleri konusunda uzmanlaşmış. Son 2 yıldır Türkiye’de olan ve Türk insanını yakından tanıyan maharetli şef Luigi bundan sonra Executive Chef olarak Meditrina’nın mutfağını yönetecek...

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Meditrina'da La Cucina Vitale Menüsü



İsmini Romalılar’ın sağlık ve uzun hayat Tanrıçası’ndan alan Meditrina’nın mutfağı da ilk günden beri sağlıklı ve uzun hayat felsefesinin ilkelerini benimsiyor...

Uzun süreden beri üzerinde çalıştığım bir proje olan La Cucina Vitale bir kaç gün sonra hayata geçiyor. Meditrina'da artık 'A la Carte' menüye ek olarak, vücudu arındıran, antioksidan özellikler taşıyan taze malzemeler ve bahçeden yeni toplanmış Akdeniz otları ile hazırlanan, tamamen hafif, hazmı kolay yemeklerden oluşan La Cucina Vitale (Canlılık ve Zindelik) Mönüsü yer alacak.

La Cucina Vitale gastronomi ile bedensel, zihinsel ve ruhsal iylik hislerini birleştiren bir felsefe. İşin sırrı doğal olarak sağlığa faydalı, mevsiminde, taze ve besleyici malzemeler kullanmakta yatıyor...Bitkiler ve aromatik otlar ağırlıklı olmak üzere en yüksek kalitede içerikler kullanmak temel ilke. Doğanın sunduklarını en basit ve yalın halleriyle harmanlarken, kullanılan içeriklerin güçlü anti-aging (yaşlanma karşıtı) etkiler sunmasına önem veriyoruz. Böylelikle ortaya sağlıklı ve faydalı gurme lezzetler çıkıyor.

Sağlığınıza!

İtalyan aksanlı olarak hazırladığımız ilk La Cucina Vitale Menüsü şöyle olacak:

ZUPPA D’AVACADO FREDDA / Soğuk Avokado Çorbası

Püre haline getirilmiş ve soğuk servis edilen taze avokado, ceviz ve kırmızı soğan çorbası, dereotu ile

INSALATA ANTIOSSIDANTE / Antioksidan Salata

Körpe roka, ıspanak, su teresi salatası, tıraşlanmış taze rezene, esmer bulgur, organik domates, ufalanmış keçi peyniri, avokado, kuru erik, organik sızma zeytinyağı ve zencefil-nar ekşisi sos ile

PIZZA DI FARINA INTEGRALE ‘VEGETARIANA’ / Kepekli Vejeteryan Pizza

Kepekli ince pizza hamuru üstünde yarım yağlı mozzarella peyniri, domates sos, brokoli, mantar, közlenmiş kırmızı biber, taze soğan, kalamata zeytin, taze kekik

PENNE INTEGRALI CON BROCCOLI e PESTO / Pesto ve Brokolili Integral Penne

Integral penne, brokoli, ricotta peyniri, kuru üzüm ve pesto sos


Varoulko'da Vasatlığın Ötesine Geçemeyen Hayli Pahalı Bir Yemek


Bu Istanbul'daki bir restoranla ilgili ilk yazım olacak...Aslında kendim de bir restoran sahibi olduğum için bugüne kadar Istanbul'daki herhangi bir restoranla ilgili bir fikir beyan etmekten kaçınmıştım. Ama yemeğin ardından bunu yazmam gerektiğine karar verdim...

Londra'da yaşayan eşimle Istanbul'da birlikte olduğum nadir zamanlardan birinde, çok sevdiğimiz bir çiftle (Gazanfer ve Ayla) akşam yemeği yemek için sözleştik. Restoran seçimi bana bırakıldığı için ne zamandır gitmek istediğim, eleştirilerine çok değer verdiğim restoran kritiği sevgili Vedat Milor'dan olumlu sayılacak bir not alan, Atina'daki orijinali Michelin yıldızı almış olan Varoulko'da karar kıldım.

Bir gece önceden arayıp, bizim restoranın misafirlerinden alışık olduğum şekilde, deniz kenarındaki en güzel masalardan birine rezervasyon yapılmasını istedim. Bir Cumartesi akşamı için bir gece önceden yer bulabildiğim için sevindim. Ertesi gece Gazanfer ve Ayla'dan önce mekana vardık, L şeklinde uzanan mekanda rezervasyon görevlisi deniz kenarı bir masa istediğimizi hatırlattığımızda bizi gerçekten de deniz kenarında güzel bir masaya oturttu.

Basın bültenlerinde Lefteris Lazarou için 'Deniz ürünleri hazırlamakta öncü ve deniz mahsülleri konusunda tüm dünyada “sihirbaz” olarak tanınan şef tanımlaması yapıldığı için yemekleri merak ediyordum. Tabii şunu da biliyordum aslında, şef Lazarou muhtemelen çok kısa bir hazılığın ardından Istanbul şubesinin menusunu oluşturmuş, belki bir belki bir kaç kere Istanbul'a gelmiş, bence tamamı yerli ustalardan oluşan ekibi de yeterince eğitme fırsatı bulamamıştı. Yine de beklentilerim yüksekti.

Şarap listesinden Sarafin Sauvignon Blanc'ı seçtik. Menude iki tane set seçenek vardı: Acropolis ve Lycabettus...Dört kişi olduğumuzdan ve herşeyi denemek istememizden olsa gerek iki Acropolis, iki de Lycabettus ısmarladık. Ilık değil, neredeyse soğuk gelen çorbalar yaklaşmakta olan hayal kırıklığının habercileriydi adeta. Ne benim yediğim kuşkonmaz, misket limonu ve zencefilli kerevit çorbası, ne de diğer menude yer alan lagos yanağı ve kuşkonmazlı sübye mürekkebi çorbası damaklarda iz bırakacak cinstendi. Ardından benim payıma kekik soslu kalamar düştü, kalamarlar Vedat Milor'un deneyiminde olduğu gibi resmen kayış gibiydi ve soğumuş olarak masaya ulamıştı, bu da ben de ciddi bir mutsuzluk yarattı. Ercan da önüne gelen ızgara yılan balığından çok etkilenmiş görünmüyordu. Daha sonra günün balığı olarak seçtiğimiz lagos herkese servis edildi, ayrıca ıstakozlu bavette (linguine) ortaya geldi. Her ikisi de güzeldi. Ama baştaki iki course'un yarattığı tatminsizlik hissinin gölgesinde kaldı bu yemekler. Ardından yüzümü güldüren tatlı da olmasaydı gerçekten keyfim iyice kaçacaktı. Ben passion fruit'lu çikolata kremasını yerken kendimden geçtim, diyete girmeden önce 'altın vuruş' olarak yenilecek cinsten birşey bu.


Reina'nın içinde yer alan Varoulko'nun manzarası eğer deniz kenarında iseniz gerçekten çok etkileyici. Ama ne yalan söyleyeyim, manzaraya, keyifli muhabbete, muhteşem çikolatalı tatlının yarattığı hazza rağmen, iki şise şarapla birlikte
servis hariç ödenen 650 YTL'lik masa hesabı yenilen yemeğin hakkı değildi. İşin içinde Michelin yıldızının yarattığı yüksek beklenti seviyesi olmasa bile değildi...Bir daha gitmek ister miyim? İstemem...


Bence iş biraz aceleye getirilmiş. Mutfakla masalar arasındaki mesafenin uzaklığı önemsenmemiş. Bir de sezon kısa olduğu için ciroları maksimize etmek adına koltuk sayısı çok yüksek tutulmuş. Benim gördüğüm kadarı ile 100'ün üzerinde idi. Michelin yıldızlı bir restoranda koltuk sayısının 60'lari geçtiğine pek rastlamadım ben. Ayrıca Atina'daki orijinal restorandaki oturma kapasitesini de gerçekten merak ettim.

Yine de böyle bir ismi Türkiye'ye getirmek büyük bir başarı. Şef Lazarou Istanbul şubesine daha fazla vakit ayırır, ağırlanan kişi sayısı kısıtlanır, malzeme seçimine daha çok itina edilir, tam donanımlı bir mutfağa sahip normal bir kışlık mekana geçilirse daha tatminkar sonuçların ortaya çıkmaması için hiçbir neden yok.

Yemek 6, Dekor 9, Servis 7, Hesap 5, Lokasyon 10.

9 Mart 2008 Pazar

Londra Olympia'da La Dolce Vita with Viva Italia


Uzuuun bir aradan sonra heyecan verici bir yeme-içme etkinliğinden bahsetmek üzere tekrar buradayım. Geçen yaz katıldığım Taste of London ve sonbaharda gerçekleşen The Restaurant Show'dan sonra bu sefer tamamen İtalyan Yeme-İçme kültürüne odaklanmış bir festivale katılacağım 14 Mart'ta. Hatta sıradan bir giriş biletiyle yetinmeyip 50 pound'luk 'Food & Wine Connoisseur' bileti sipariş ettim. Bu sihirli bilet marifeti ile hem sıra beklemeden özel bir kapıdan gireceğim, hem de biri yemek biri de şarap içerikli iki ayrı workshop'a katılacağım. Ayrıca içeride kullanmam için bir takım kuponlarım da olacak. Bir de, içindekilerin ne olduğunu söylemedikleri bir 'ganimet' torbası vereceklermiş, bu bile başlı başına bir sebep olabilir!

Bileti sipariş ederken katılınacak workshop'ların da seçilmesi gerekiyordu. Ben güne Latium Restaurant'ın şef/patronu Maurizio Morelli'nin küçük kursu ile başlıyorum. Genç ve maharetli şef içi kabak ve dana köfte ile doldurulmuş fırınlanmış patlıcan yemeğini öğretecek. Hemen ardından Londra'da şarapla ilgili çeşitli etkinlikler düzenleyen Vinopolis'in ( http://www.vinopolis.co.uk ) şarap tadımcısı Tom Forrest'ın liderliğinde Italya'ya uzanarak Italyan şaraplarını dinleyecek ve tadacağız. Günün geri kalan kısmında ilgimi çeken standları dolaşıp, etkinliklere katılmayı planlıyorum.

Hem bir lezzet avcısı, hem de bir Italyan restoranı ortağı olarak benim için inanılmaz bir tecrübe olacak La Dolce Vita. Tatlı Hayat'ı bir güne sığdırarak olsa da yaşamak ne büyük şans.

http://www.ladolcevitaevent.co.uk

10 Kasım 2007 Cumartesi

La Famiglia'da Beyaz Trüf gecesi...


Malum, Kasım ayı ile birlikte beyaz trüf sezonu başladı. Ben de Meditrina'da organize edeceğimiz Beyaz Trüf Festivali öncesi, daha önce gidip beğendiğim, hakkında hep olumlu yorumlar duyduğum, Londra'nın rustik Toskana restoranlarından biri olan La Famiglia'da eşimle birlikte bir beyaz trüf gecesi yaşamak istedim.

Önce kısaca bu restoranı tanıyalım. Londra'nın köklü İtalyan restoranlarından olan La Famiglia 1975 yılında kurularak, Chelsea'de bulunduğu muhit olan The World's End'den (Dünyanın Sonu) esinlenerek 'Dünyanın bittiği yerde Toskana başlar' sloganıyla yola çıkmış...İtalyanca 'Aile' anlamına gelen La Famiglia, baba Alvaro Maccioni tarafından kurulmuş; şimdi baba Maccioni restoranı kızı Marietta ile birlikte yönetiyor. Malzemelerin tazeliği, mevsimine göre malzeme kullanımı, abartıdan uzak, basit sunumları ile övünüyorlar. Restoranın dekorasyonu ise son derece sade, yerler ve duvarların bir bölümü mavi ve beyaz tonlarının öne çıktığı fayanslarla kaplı. Duvarlarda basit çerçeveli siyah-beyaz fotoğraflar asılı. Restoranın üzerinde bulunduğu küçük caddeye cephesinin olması ortamına hoş bir hava katıyor.

Restoranın kurucusu Alvaro'nun ilginç ve renkli bir geçmişi var. Toskana'lı Alvaro 1958 yılında geliyor İngiltere'ye. O yıllarda yaşanan trattoria patlamasının meyveleri olan Mario ve Franco adlı restoranlarda garson ve mutfak şefi olarak çalıştıktan sonra King's Road'da kendi lokantasını açmaya karar veriyor. Alvaro's adını verdiği lokanta o kadar popüler oluyor ki en sonunda numarasını telefon rehberinden çıkarıyor. Bu mütevazı restoranın ünü Bridget Bardot, David Bailey, Michael Caine, Jean Shrimpton ve Prenses Margaret'in de aralarında bulunduğu bir çok ünlüyü ve asilzadeyi cezbedecek kadar yayılıyor. Alvaro bir gece klubü ve bir dizi restoran daha kurduktan sonra 1972 yılında sahip olduğu herşeyi satarak İtalya'ya dönüyor. Sadece üç yıl sonra Londra'ya dönerek o zamanlar şimdikinin 5'te biri kapasitede olan La Famiglia'yı kuruyor.

Zeytinyağının eczaneden alındığı, güneşte kurutulmuş domatesin müşteriler tarafından anlaşılamadığı günlerde kurulan restoranda Alvaro cesur olmayı ve insanları gerçek İtalyan mutfağı konusunda eğitmeyi ilke edinmiş. Başarısının diğer sırlarından beri ilk günden beri kilit noktalarda bulunan personelin değişmemiş olması. Mutfak şefi Quinto Cecchetti, ilk günden beri La Famiglia ekibinde yer almış. Maitre d' Gigi ise Alvaro'nun ilk restoranı Alvaro's zamanından beri ailenin yanında. Restoranın mönüsü bile ilk günden beri çok radikal değişimler geçirmemiş ve özünü korumuş.

Gelelim bizim tecrübemize...Bir Cuma gecesi, saat 9'a doğru restorana vardık. Kapıda sıcak bir şekilde karşılandıktan sonra cam kenarındaki masamıza oturtulduk. 50 yaşlarında, eskilerden olduğu belli olan, tecrübeli bir Italyan garson bizimle ilgilendi. Ben başlangıç olarak prosciutto'ya sarılarak fırınlanmış füme scamorza peyniri ve tavada kızarmış kabak çiçeği ısmarladım. Ercanın başlangıç tercihi ise her zamanki gibi melanzane'den yanaydı. Ana yemek olarak, gecenin amacı olan taze beyaz trüflü risotto söyledim. Ercan ise ıstakozlu spagetti istedi. Şarap olarak Chianti Ruffino'nun iyi gideceğini düşündüm.

Yemeklerden önce ekmek, grissini ve yeşil zeytin ezmezi geldi. Ekmekler etkileyici olmaktan uzak, yeşil zeytin ezmesi ise çok lezzetliydi. Benim başlangıcım biraz hayal kırıklığı yarattı, zira prosciutto son derece tuzlu ve biraz sertti, nefis tattaki erimiş scamorza peynirini gölgeliyordu. Ercan ise domates soslu fırınlanmış patlıcan ve mozzarelladan oluşan yemeğinden son derece memnundu. Ortaya istediğimiz kabak çiçeği kızartması ile yüzüm yeniden güldü. Altın renginde, incecik bir kabukla çıtır çıtır, enfesti. Ana yemekler için ümit verici bir gelişmeydi bu. Başlangıçların hepsini sonuna kadar yedikten bir süre sonra garsonumuz ana yemeklerimizi getirdi. Garsonumuz sade risottomu ve Ercan'ın spagettisini servis ettikten sonra, elinde hassas terazi, mandolin denilen özel trüf rendesi ve nihayet beyaz Alba trüfü ile Maitre d' çıkageldi. Önce trüfü tarttı, 32 gramdı, ardından risottomun üzerine ben yeterli diyene kadar rendeledi. Trüfü tekrar tarttı, 28 gram kalmıştı. Ardından alet edavatını alıp yanımızdan ayrıldı. Tereyağı ile hazırlanmış, fazla lapalaşmadan diri bırakılmış risotto üzerine tadını bırakan beyaz trüf güzeldi, ama biraz daha aromatik olmasını beklerdim. Yine de yemeğimi yavaş yavaş yerken büyük keyif aldım. Ercan da ıstakozlu spagettisini çok beğendi ve La Famiglia'yı bir daha gelinecek ve hatta dostlarımızı getirebileceğimiz restoranlar listesine eklediğini söyledi. Yemeğimizin üzerine masamıza yanaşan tatlı arabasından Ercan profiterole benzeyen bir tatlı seçti ve afiyetle yedi. Tatlının müthiş olduğu konusunda güvence verdi. Yemeğimizin üzerine iki espresso istedik. Hesap 130 pound geldi. İçinde gramı 8,5 pound olan trüf, ıstakoz, yarım şişe şarap da olduğunu düşünürsek Londra standartları gözönünde bulundurulduğunda çok abartılı gelmedi bana. Bu arada biz çıkarken restoran tamamen dolmuştu. Klasik Toskana yemeklerini, rahat ama sıcak bir ortamda, etrafta güzel insanlarla birlikte makul sayılabilecek bir fiyata yemek için iyi bir seçim La Famiglia. Yemek 7, Dekor 7, Servis 7, Hesap 8, Lokasyon 8.

2 Kasım 2007 Cuma

River Cafe'de muhteşem bir gece...


Thames nehrinin kuzeyinde, Hammersmith bölgesinde eski Michelin deposundan dönüştürülen River Café, ilk açıldığında tasarımcısı Richard Rogers'ın mimarlık bürosu çalışanlarının yemeklerini yiyebilecekleri bir yer olarak yapıldı. Ancak Rogers'ın eşi Ruth Rogers ve ortağı Rosa Gray'in; İtalyan mutfağı konusundaki hünerlerini cömertçe sergiledikleri restoran kısa sürede tüm Londralılara hizmet etmeye başladı. Aslında herkesin bildiği yemekleri, yerel malzemelerle zenginleştirerek sunan restoran kısa sürede İtalyan mutfağı düşkünlerinin vazgeçilmez adresi oldu. Restoran sahipleri tarafından yazılan yemek kitapları en çok satanlar listesine girdi. Londra'nın açık mutfak tasarımlı ilk restoranı olan River Cafe, yemeklerde kullanılan malzemeleri ve tümüyle İtalyan şaraplarından oluşan menüsüyle, Avrupa'nın en eski otel ve restoran rehberi olan Michelin Guide'a da girdi. Yemeklerin basitliğine karşın fiyatların biraz pahalı olması bir çoklarının tepkisini çekse de, mozzarella tabağının cennet bahçesini andıran görüntüsü ya da limonlu tartının tadına doyum olmuyor. Restoranın menüsü mevsimlere göre değişiyor. Anahtar kelime ise tazelik.


Ben de Londra'nın Michelin yıldıza sahip üç İtalyan restoranından biri olan River Cafe'ye ikinci kere gitme fırsatını Türkiye'den gelen dostlarımız sayesinde buldum. Bir Perşembe akşamı ikinci oturumda tek bir boş masa yok. Ortam cıvıl cıvıl...Masaya oturup şöyle alıcı gözüyle etrafa bakınca bir kez daha Michelin yıldızının sadece ve sadece yemek ile ilgili parametrelerle verildiğinden emin oldum. Zira River Cafe oldukça 'casual' sayılabilecek bir restoran. Masa örtülerinin üstünde bir kat da peçete kağıdından örtüler var. Tabaklar, çatal-bıçak takımları, kadehler oldukça sıradan, dekorasyonunda da ahım şahım birşey yok. Restoranın can alıcı noktası ise boylu boyunca uzanan açık mutfağı...Aşçılarda en ufak bir panik belirtisi sezinlemiyorsunuz, büyük bir soğukkanlılık ve ciddiyetle işlerini yapıyorlar.


Dört kişilik grubumuza konusuna çok hakim, işi bilen genç bir kadın garson baktı. Kısa bir sohbet esnasında mönülerin sandığım gibi ayda bir değil günlük olarak değiştiğini duyunca hayret ve hayranlıkla dolu bir duygu seline kapıldım:-) Başlangıç olarak deniz tarağı ardından basit bir sosu olan tagliatelle, son olarak da ağır ateşte pişirilmiş dana eti söyledim. Misafirimiz Taner de masadaki herkes gibi yemeklerin büyüsüne kapılıp 3 course yemek sipariş etti. İlk ana yemek tercihi olan sülün'den ise garsonumuzun uyarısı ile 3-4 gün değil de 10 gün bekletildiğini ve 'çürümeye yüz tutmuş' bir noktada iken pişirildiğini duyunca vazgeçti. Şarap tercihini kendisine bıraktık, sadece İtalyan şaraplardan oluşan listeden güzel bir Barolo yemeğimize eşlik etti. Bade şarabın inişe geçmek üzere sınırda olduğunu düşündüğünü söyleyince aksini düşünen Taner küçük bir iddialaşmanın ardından Somelye'ye şarap garsonu aracılığı ile bu konuyu danıştı. Sonuçta Somelye'nin de kendisi gibi düşündüğünü duyunca da pek bir keyiflendi. Yemekler tek kelimeyle şölendi. Özellikle dana etinin dana olduğuna inanmak zordu, kuzu tandır gibi dolgun lezzette ve yumuşacıktı. Hayatımda yediğim en güzel dana eti olduğunu söyleyebilirim. Benimle aynı yemeği seçen Bade de yemeğine bayıldı. Gustosuna çok güvendiğim ve benim için bir numaralı gurme olan eşim Ercan da yemeklerin basit içerik ve sade sunumlarına rağmen olağanüstü lezzette olduğunu tasdik etti. Maharet de bu olsa gerek. Sonuçta bu kadar yemeğin üzerine dayanamayıp bir de tatlı söyledik ve hepimiz birer parça tattık. Tabii ki harikaydı! Gecenin sonunda şarabın da etkisi ile 500 küsur pound gibi bir hesap ödedik. Yemeklerin muhteşemliğine rağmen biraz pahalıca tabii. Ama 'yine de değer' duygusuyla ayrıldık oradan. Çıkarken restoranın kurucu şefleri Rose Gray ve Ruth Rogers'ın imzalı yemek kitaplarından makarna ve tatlı cep kitaplarını almayı da ihmal etmedim tabii. Benim bu yemekten kendi restoranım adına çıkardığım en büyük ders, şu an yaptığımız gibi her zaman en taze, en kaliteli malzemeleri kullanmak ve asla taviz vermemek. Abartıdan uzak, malzemenin tazeliğini gölgelemeyecek pişirme usülleri kullanmak. Bir restorandaki en öenmli unsurun yemeğin lezzeti olduğunu hiçbir zaman aklımdan çıkarmamak! Notlamaya gelince: Yemek 9.5, Dekor 8, Servis 9, Hesap 6, Lokasyon 6. Fiyatlar biraz daha düşük olabilir. Restoran merkezden epey uzak, bulunması zor bir yerde.